VİETNAM

Güney Asya yolculuğumun son ülkesi Vietnam oldu. Kamboçya’ dan güney sınır kapısından giriş yaptım, ilk kez kara yoluyla bir ülkeye giriş yaptım. Açıkçası çok kolay olmadı, evrakların kabulü, pasaport kontrolü derken bir saatten fazla zaman geçti. Ha Tien’ den, Can Tho’ ya otobüsle gitmek de zorlayıcıydı, sanırım Hindistan’ dan sonra hiç bu kadar zor bir yolculuk geçirmemiştim. Can Tho’ da kalmamın sebebi Mekong Nehri’ ni görmekti.

 

Mekong nehri, Tibet’ de doğup, Himalayalar’ dan aşağı süzülerek Çin, Laos, Mynmar, Tayland, Kamboçya ve Vietnam topraklarından geçer, Dünya’ nın 12. ve Güneydoğu Asya’ nın 7. en uzun nehridir. Toplamda 4.900 km uzunluğa ulaşır ve 810.600 km²’nin üzerinde bir bölgeden gelen sular bu nehirde toplanır ve yolculuğu Pasifik Okyanusuna karışarak son bulur, gerçi son bulmaz halden hale dönüşür. Su, Can’ dır.

 

Mekong Nehri’ nin geçtiği bölge tropikaldir ve yağmur ormanlarıyla çevrilidir. Nehrin en ilginç özelliği bazen ters yönde akmasıdır, Ekim – Nisan dönemlerinde muson yağmurları durduğunda, sular azaldığında Mekong Nehri yönünü değiştirir.

Mekong Deltası’ nda sayısız kollara ayrılan su, labirentler oluşturur. Bu nehir kollarının birçoğunda suların üzerine ya da çevresine kurulmuş köyler, köprüler, marketler, benzin istasyonları var.

Satıcılar, meyve sebzelerle dolu kayıklarıyla suyun üzerinde yüzen evlere ya da tekne evlere yaklaşarak satış yapıyorlardı. Öyle bereketli ki topraklar taze hindistan cevizleri, çeşit çeşit tropikal meyvelerle dolu kayık pazarlar. Hangi teknede ne satıldığını anlaşılsın diye kayıklara bağladıkları sopaların üzerinde sattıkları meyve ve sebzeler asılıydı. Sabahın erken saatleri geçtikçe nehrin üzerinde tekne trafiği oluştu.

Teknelerin yanaştığı kıyı köylerde kadınlar, pirinçten makarnalar yapıyorlardı.

Ho Chi Minh, Saigon, Vietnam’ ın en büyük şehri.Adını eski Kuzey Vietnam’ ın lideri Ho Chi Minh’ den almış, önceden Saygon olarak bilinir, Güney Vietnam’ ın başkenti olarak 1975 senesine kadar kalmış. Ho Chi Minh , 30 yıl boyunca Vietnam ulusal hareketine liderlik etmiş, önce Japonlarla ardından sömürgeci Fransızlarla ve son olarakta Amerika’nın desteklediği Güney Vietnamla mücadele etmiştir.
1954 ten ölümü 1969’a dek kuzey Vietnam devlet başkanlığını yürütmüş, Amerika’nın yenemediği ender isimlerden biri olarak tarihe geçmiştir.

Ho Chi Minh, kültür ve sanat açısından çok zengin bir şehir. Turistik bir yer olduğu için çeşitli restorantlar, marketler, konser salonları ve canlı müzik dinleyebileceğiniz mekanlarla dolu. Caddelerde dolaşırken çok dikkatli olmak gerekiyor çünkü binlerce motorsikletle dolu. Karşıdan karşıya geçerken kafanızı çevirdiğinizde birden üstünüze doğru bir arı sürüsü gibi gelen motorsikletleri görebilirsiniz.

Amerikan Savaş Suçları müzesi, Vietnam savaşında yaşanan vahşeti ve acıları fotoğraflar, belgeler ve belgesellerle anlatan büyük bir müze.

Savaşta kullanılan kimyasal silahlar, maalesef hala ülkede bedensel rahatsızlıklarla doğan insanların olmasının sebebi. Savaşta yaşanan ruhsal travmalar hem Amerikalı askerlerde hem de Vietnam halkında etkisini sürdürüyor. Savaş bitmiş olsa da etkileri onlarca yıl sürüyor.

Cao Dai Tapınağı, Budizm,Hıristiyan ve Konfüçyus inanışlarının bir karışımı ile oluşmuş. Cao Dao Dini denilen bu inanış her gün yapılan ayinlerle büyük tapınaklarında devam ediyor, iki ila sekiz milyon kişinin bu mezhepte olduğu söyleniyor.

Bana daha çok Hıristiyan ayinlerini andıran bu törenlerde kırmızı,sarı, beyaz ve mavi renkte cübbeler giymiş papazlar ayini yönetiyor. Ayine katılan diğer insanlar beyaz giyiniyor. En çok hoşuma giden tapınakta kullanılmış rengarek kabartmalar, süslemeler oldu. Açıkçası ayinde neler olup bittiğine dair bir fikrim yok, dini liderlerle yürütülen ayinlerin bizi Yaratıcı’ ya yaklaştırıp yaklaştırmadığına emin değilim. Krişnamurti’ nin dediği gibi ” No Masters, No Gods.”

Cu chi tünelleri, Vietnam Savaşı’ nda yüz binlerce kişinin can verdiği ormanlık bir alanda ve uzunluğu 200 kilometreyi buluyor. Vietnam’ lılar ufak tefek olduklarından tüneller onların boyutlarına göre yapılmış, benim için problem yok da iri kıyım birilerinin bu tünellerde hareket etmesi pek mümkün değil. Yüz binlerce Vietkong gerillası, bu tünellerde yıllarca savaşmış, Tünelleri dışarıdan görmek imkânsız, yapraklarla örtülmüş, havalandırma bacaları karınca yuvalarının içine gizlenmiş. Yaptıkları tuzaklar inanılmaz, Amerikan askerleri görünmeyen kişilerle savaşmış ve bir çoğunun bu bölgedeki savaşta akli dengesini yitirdiği söyleniyor.
Tüneller üç katmandan oluşuyor. İlk katman yerin 3, ikinci katman 6, üçüncü katman ise 8 metre altında.Arada 1.5 metre yüksekliğinde, 3 metreye 4 metre büyüklüğünde odalar var. Buralar mutfak, yatakhane ve atölye olarak kullanılmış. Amerikan uçaklarından atılan bombaların patlamayanları bu atölyelerde mayın haline getirilmiş. Üniformalar burada dikilmiş. Bubi tuzaklarının malzemeleri burada üretilmiş.

Kadınlı erkekli binlerce Vietkonglu bu tünelleri kullanmış. Ağır bombardıman uçakları bu tünelleri sürekli bombalamışlar, ama kesin bir sonuç elde edememişler. Amerikan ordusunun en fazla kayıp verdiği yer bu bölge olmuş. Benim en çok sinirime dokunan hala bu savaşın verdiği ruhsal tahribat ve savaşın insanlık için ne kadar büyük bir kötülük taşıdığı bu kadar aşikarken müzenin hemen yanında atış poliganlarının kurulmuş olması. Turistler, buraya paralar verip atış yapıyor ve silah sesleri ormanlık alanda hala yankılanıyor. Hiç mi aklınız yok, tamam o yok, ölen binlerce insana saygınız da mı yok? Savaşın bütün vahşeti ve şiddeti ortadayken insanoğlunun şuursuzluğu devam ediyor.

Su kuklası, Vietnam kültürünün geleneksel sanatlarından. Küçük kuklalar, canlı orkestra eşliğinde suların üzerinde gösteri yapıyor. Hikayeler yine mitolojik öykülerden alınmış, iyi ve kötünün mücadelesini anlatıyor.

Hoi An ‘ a kara yolu kullanarak ulaştım, hemen bir hostele yerleştim ve şirin kasabayı gezmek için bir bisiklet kiraladım.Hoi An, 1999 yılında Unesco Dünya Mirası ilan edilmiş bir şehir. 15. İle 19. yüzyıllarından kalma Güneydoğu Asya ticaretinin en önemli limanlarından. Sokaklar rengarenk binalarla kaplı, çiçekler sarkan balkonları, geleneksel marketleri, tapınakları ve köprüleriyle gezilmeye değer. Bölgede en çok Çin’ in hakimiyetini gözlemek mümkün hatta Vietnam’ dan çok sanki küçük bir Çin kasabası gibi. Portekiz, Japon, Hint ve Hollanda’ dan gelenlerin de yerleşmiş bir liman şehri olduğundan binalar çeşitli mimari özellikleri barındırıyor.


Hue’ e giderken en büyük hayalim ki aslında Vietnam’ a gelişimin başlıca sebebi dünyadaki en büyük mağara Son Doong’ u görmekti fakat internetten yaptığım araştırmalar bu mağarayı ziyaret etmek için 5000-6000 dolar gibi bir ücret ödemek gerektiğiydi.

Büyüklüğü ve yüksekliği lazer ölçme cihazlarıyla yapılan Vietnam’ın balta girmemiş ormanlarında bulunan Hang Son Doong isimli bu mağara, ilk defa 1991 yılında Vietnamlı bir yerli olan Ho Khanh tarafından keşfedilmiş.Gürültü ve rüzgar uğultusu yüzünden yerlilerin girmeye cesaret edemediği bu mağara, 6.5 kilometre uzunluğunda. Hatta öylesine büyük ki kendine ait bir yağmur ormanı, büyük bir nehri ve küçük dağları var. Kendine özgü bu yer; başka bir ekosistem ve iklime ev sahipliği yapıyor. Hatta uzmanlarının incelemelerine göre bu mağaranın büyük bir bölümü keşfedilemedi ve bambaşka canlı organizmalarının olduğunu belirtiyorlar.

Belki daha ucuz bir yöntem bulurum diye soruştursam da bulamadım ve bu hayalimden vazgeçip bütçeme uygun Pradise yani Cennet Mağarasını görmeye gittim. Bir motorsikletle mağaraya ulaştığımda kapanış saati yaklaşıyordu. Neredeyse bir kilometre yürüdükten sonra 500 basamağı tırmanarak mağaraya ulaştım. Zaten turistik bir yer olduğu için elektrikli arabalarla da buraya ulaşmak mümkün ama her zaman yalnız olmayı ve tırmanmayı tercih ediyorum.


Mağaranın içine girdiğimde kalabalık gruplar mağaradan ayrılıyordu, kapanış saati yaklaşmıştı. Mağaranın güzelliğiyle kalakaldım, öylesine muhteşem ki Doğa Ana’ nın mucizeleri…Sarkıtların oluşturduğu doğal heykeller, doğanın sanatı,doğanın estetiği ve doğanın gücü.

Yüzyıllarca oluşmuş metrelerce uzunluktaki sarkıtların güzelliğiyle başım dönse de vakit kaybetmemek için mağaranın içlerine doğru ilerledim. Derinlere doğru yürürken yanımdan son insanlarda geçti. Koca mağarada yapayalnız kaldım. Bir korku kapladı içimi ama şarkılar mırıldanarak yürümeye devam ettim, beni unutup mağarayı kapatırlarsa belki ışıkları açık bırakıyorlardır diye umut ediyordum. Koşturarak mağaranın sonuna kadar ulaştım, tekrar geriye yürürken artık tamamen başka bir gezegende gibiydim, başka bir boyutta, doğanın mucizeleriyle birlikte. Doğa Ana’ nın rahmi beni yalnız kabul etmişti, onunla konuştum, korkularımı aşmayı diledim, aslında korkmamın sebebi adlandıramayacağım bir saygıydı. Mağara’ ya karşı bir saygısızlık yapmamaktı. Baktım görevli koşturarak geliyor, neyse beni unutmamışlar. Doğa Ana, sana öylesine minnettarım ki yolculuğumda bana, beni yeniden öğreten sensin, teşekkür ederim.

Phag Nagh Mağarası’ na ertesi gün teknelerle gittim. Çünkü mağaraya bu teknelerle giriliyor, suyun üzerinde süzülürken mağaranın güzelliğini seyretmek bambaşka bir zevk, mağaranın sarkıtlarının aksi sulara yansıyor sanki başka dünyalara açılıyor. Teknelerin yanaştığı kıyılardan yürüyerek mağaranın içlerini de görmek mümkün. Dağların rahmi mağaralar yolculuğumun son zamanlarında içsel mucizeler yaşadığım kutsal mekanlar oldu. Gördüğüm mavi kelebekler, küçücük hediyeler sundu ruhuma, kardeşimin  Övünç’ ün ruhunu taşıyan cennetten hediyeler.

Hue’ nin köylerini bisiklet kiralayarak gezdim, Vietnam’ lı çocukların güler yüzleriyle bir gün daha bitti.

Halong Bay’ e gitmek için önce Hanoi’ ye ulaştım, uyunabilecek yatakların olduğu otobüslerle, sleeping bus ile yolculuk yapmak kolay. Bir gece Hanoi’ de kaldıktan sonra ertesi gün için yolda tanıştığım iki fransız kadın arkadaşlarımla bir tekne turu ayarladık. Dört yüz milyon yıldan önce oluşmuş Lime kayalıklarının arasından tekneyle geçerken orada olmanın sonsuz mutluluğunu yaşadım. Dev kayalıkların yanından sessizlikle va hayranlıkla süzülmeyi dilesem de turistik gezilerin kaçınılmazı teknelerden gelen gürültülü müzikler yüzünden pek nasip olmadı. Cennet Kapısı mağarasını gezdik, Vietnam’ daki bütün mağaralar birbirinden güzel.  Geceyi teknede geçirdik, yıldızların altında, dev kayalıkların karanlık gölgeleriyle birlikte. Sabah mavi kelebeklere veda edip, Sapa’ ya doğru yola çıktık.

Sapa’ ya sabahın erken saatlerinde vardığımızda otobüsün etrafını bir sürü kadın sardı, hepsinin kucaklarında, sırtlarına bağladıkları kundakların içinde küçücük çocuklarıyla gelen turistleri evlerinde ağırlamak için çabalıyorlardı. Çünkü bu bölgedeki geçim kaynaklarından biri Sapa’ ya gelen turistleri köylerindeki evlerde ağırlayarak bütçelerine katkıda bulunmak. Rengarenk geleneksel kıyafetleri, saçlarına taktıkları renkli tarakları ve kocaman takılarıyla çok güzellerdi. Çao, 19 yaşında 15 yaşında evlenmiş, üç çocuğu var, onunla ve hamile arkadaşıyla anlaşarak dağların tepesindeki köye doğru yola çıktık. Sapa’ da beş farklı dil konuşan ve değişik adetleri olan köyler var ve kadınların çoğu on beş yaşlarında evleniyor. Hemp tarlalarından topladıkları bitkileri boyayarak yaptıkları kıyafetleri satarak geçiniyorlar. Öylesine muhteşem bir yeşillik kaplıyor ki dağları, yollar alabildiğince uzanan pirinç atarlalarıyla dol, köye doğru tırmanmaya devam ediyoruz.Diğer köylerden geçerken bir sürü çocuk görüyoruz, sepetlerindeki sebzeleri satıyor, el işi tezgahlarında çalışıyorlardı.

Yağmur yağmaya başladığında yemek yemek için market benzeri bir köy evine sığındık. Tabii yine etrafımızı çocuklar sardı.Her ailenin en az beş çocuğu olduğu için her köşeden çocuklar çıkıyor, küçük kız çocukları annelik yapmaya kardeşlerine bakarak başlıyor.Nerdeyse altı saatlik bir yürüyüşten sonra tahtalarla yapılmış evlerine ulaştık. Önce Çao’ nun arkadaşının evinde dinlendik, burada kadınlar öyle güçlü ki hamile olmasına rağmen altı saatlik yol boyunca hiç yorulmadı güzel genç kadın. Çao’ nun bebeği tatlı kızın ismi Hi, yıldız demekmiş.Kalacağımız eve en sonunda vardık, Çao’ nun diğer çocuklarıyla ve annesiyle tanıştık. Hemen mutfağa girdiler ve bize birşeyler hazırlamaya başladılar. Evlerinde eşya yok denecek kadar azdı ve çok eskiydi.

Akşam büyük oğlu eve bir sürü kuşla geldi, ormanda yakaladığı kuşları satıyormuş. Çok üzüldüm, dışarda kafesin içinde asılı rengarenk kuşu izledim öyle güzel ötüyordu ki. Güneş battığında hep birlikte yemek yedik ve elektirik olmadığı için sönük yanan ampulün ışığında biraz vakit geçirip yattık.
Sabah ayrılmadan önce aklımda olan bir şey vardı, uygun bir zamanda kuşların kafesini açıp serbest bırakacaktım. Küçük oğlan evden ayrıldıktan sonra harekete geçtim önce renkli kuşun kafesine gittim, açtım. Renkli kuş, kafesten çıkmadı bir süre, açık kapıya gidip geldi ama gitmedi sonra cesaretlendi mi nedir uçup yandaki ağacın dalına kondu, atlayıp zıpladı sonra uçup gitti. İkinci hedefe, odanın içine kurulmuş büyük kafesin yanına gittim, sanırım içinde satılmaya götürülecek 6-7 kuş vardı. Hem içeriyi kontrol ediyordum hem de biraz korkan ve kafesten çıkamayan kuşları çıkarmaya çalışıyordum. Birkaç tanesi kafesten çıktı ama kapıdan çıkamadılar, onu da açtım uçup gittiler. Kafeste iki kuş kalmıştı ama Çao’ nun arkadaşı kafesin açıldığını gördü, birşey söylemediler ama kuş kurtarma operasyonum son buldu. Kuşlar, özgürlüğü anlatan cennetteki ruhlardır, onların kafeste olması hatta satılmaları canımı acıtıyor. Neyse birkaç tanesini kutarabildim, bazen yolda satılan kuşları alıp serbest bırakıyorum, ne olur kuşlar kafeste olmasın.

Sapa’ dan kahvaltıdan sonra ayrıldık ve tekrar Hanoi’ ye döndük. Gece Hanoi’ de kaldıktan sonra ertesi sabah havaalanına, İstanbul dönüş uçağıma doğru gittim. Altı ay süren Kutsal Ses’ in izindeki ruhsal yolculuğum ilk bölümünü tamamlanmıştı. Ben, eski ben değildim. Büyük dönüşümler geçirmiştim ve o zaman tabii bunların arınma dönemimin başlangıcı olduğunu bilmiyordum. Doğa Ana, ruhuma yapışmış yalancı benlikleri, negatif tortuları zımparalamıştı ve ben daha derinliklere doğru yol alma isteğiyle cesaretlenmiştim. Kutsal Ses’ e ulaşana kadar vazgeçmeyecektim…

Günlük : 7 mühür 15. Haziran
Ben, Ben’ im ve kozayı bir mavi kelebek gibi terk ediyorum. Her anı, her nefesi ve her günü Tanrı gibi yaşayabilme duaları ile Tanrısal yüreğimi Evren’ e açıyorum.